Divan edebiyatının ehil ismi İskender Pala... Askerdi aynı zamanda ve 28 Şubat'ta ihraç edildi. Çile dolu günleri gözleri dolarak anlatırken, 'intikam alınmamasını' öğütledi...
Ezgi Başaran'ın röportajı
28
Şubat döneminde ordudan ihraç edilen İskender Pala "Haksızlıklardan
intikam alınmaz" diyor: "Çünkü intikama başladığınızda siz daha büyük
haksızlıklar yapmaya başlarsınız."
NEDEN Divan
edebiyatı konusunda en ehil isimlerden olan ıskender Pala aynı zamanda
eski bir asker. 28 Şubat kararlarından kısa süre önce yapılan YAş’ta
‘irticacı’ olduğu iddiasıyla ordudan ihraç edilmişti. Dindar bir kişi
olarak askerde geçirdiği günler zordu, 28 Şubat sonrası atılmış bir
asker olarak hayatı idame ettirmek daha da zor. Çevik Bir’in gözaltına
alındığı, postömodern darbenin soruşturulduğu bugünlerde Pala neler
hissediyor, kimi zaman gözleri dolarak anlattı.
Sizin
için ordudaki zor günler 28 Şubat’tan çok önce başladı değil mi?
1988’den itibaren neredeyse her sene başka bir yere atanıyorsunuz,
sebep? TSK’daki herkesin dosyası atamalar için her yıl
gözden geçirilir. Normalde atamalar dört yılda bir yapılırdı. Ben
1982’de TSK’ya girdiğimde kim olduğum, ne olduğum konusunda müdahale
yoktu. Yine de ben namazımı gizli kılıyor, başörtülü olan eşimle TSK’nın
hassas kimselerinin gözüne sokacak şekilde dolaşmıyordum. Tedbirliydim
yani. Çünkü bu size ilk günden itibaren hissettirilir. Atatürkçülük
ideolojisi adı altında insanlar zihinlerindeki şablonları size dayatır.
1985’ten sonraki yıllarda kovuşturmalar başladı. 1990’lara gelindiğinde
ise açıkça söyleniyordu: Kimse namaz kılmayacak, kimse camiye
gitmeyecek! Aslında “Üniformayla camiye gitmeyin çünkü orada bir
astsubayımızın silahı çalınmıştır” diyorlardı da siz anlıyordunuz bunun
ne demek olduğunu. Bir de tabii irticanın tehdit olarak görülmesinden
sonra TSK’daki rekabet, bu algıyı bir silah olarak kullanma şekline
döndü. Arkadaşlarınız, çevreniz size irticacı damgası yapıştırarak,
asılsız mektuplar yazarak önünüze geçme yollarına başvuruyordu.
Hepimizin başına geldi.
Siz de bu tip ihbarlar yüzünden mi sürekli sürüldünüz? Ben
ne kadar namazımı gizli kılsam da, herkes muhafazakâr olduğumu bilirdi.
Nasıl? Örneğin konken masasına oturup kumar oynamıyorsunuz, içki
masasına oturup içmiyorsunuz… Hemen ne olduğun, kim olduğun anlaşılır. O
zaman da hemen bu adamı dışarıda tutalım, pasifize edelim çarkları
devreye girer. Artık 1990’lara geldiğimizde öyle bir hal vardı ki,
askeri okula alınacak çocukların yazın Kuran kursuna gidip gitmediği
bile araştırılıyordu. Eskiden mülakatlarda Roman veya Alevi, eşcinsel
veya ateist olduğunu öğrendiğimiz adayların askeri okullara girişini
engellememiz yaygın teamül idi, sonra bu engeller yer değiştirdi. Bu kez
Kuran kursuna gidenler, Fatiha okumasını bilenler engellenmeye
başlandı.
Sizin ihraç edilmenize karar veren Güven Erkaya’yla ilişkiniz nasıldı? Yakın
çalıştığımız zamanlar olurdu, daha doğrusu o beni kullanıyordu. Tarih,
eski yazı ve edebiyat bilgimden dolayı. Örneğin bir yurtdışı gezisine
gidecek, oradaki kokteylde birkaç anektod anlatabilsin diye önceden ona
dosyalar hazırlardım, gayri-resmi bir emirle. Zaten onun komuta
kademesine benim hakkımda belirttiği görüş, ‘Yararlanılacak zamanda
yararlanın, sonra atarsınız!’ idi. 1992’de, benim de olduğum bir ortamda
şöyle bir hesap yaptığını hatırlarım mesela: ımam hatip okulları her
yıl şu kadar mezun veriyor. Bunların şu kadarı devlet kademelerinde
görev alıyor. Bu hesapla 2005’e gelindiğinde Türkiye, imam hatip
mezunlarının yönettiği bir ülke olacak.
Siz ne yaptınız? Tabii
bu bana da üstü kapalı bir tehditti. Gerçi tehdit olsa ne olacak, 15
yıl mecburi hizmetim dolmamış. Namaz kılmayı bırakacak, eşime örtünü aç
diyecek halim yok… Bunları yapmayınca da iyice üstünüze gelinir. Mesela
ramazan günü kokteyl verilir, sizi de çağırırlar. Oruçlu olduğunuzu bile
bile ikramda bulunurlar. Zaten ramazanda kokteyl düzenlemek Türkiye’de
bir kamplaşmanın göstergesiydi.
1989’da komutanınız
Vural Beyazıt’a duygusal bir mektup yazmışsınız. “Ben artık
dayanamıyorum, sicilime ne yazarsanız yazın ve beni ihraç edin” diye… Ne
cevap gelmişti? Hiç cevap gelmedi. TSK’da sen gidemezsin,
ancak biz atarız diye bir anlayış vardı. 15 yıllık mecburi hizmeti
tamamlamak zorundaydınız.
Halbuki siz askerliğe
başladıktan 15 gün sonra bu işi yapamayacağınızı anlamıştınız. Niye
ıstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesiyken asker olmayı istemiştiniz
peki? Üniversitedeki hocam, benim başarılarımın onunkileri
geçeceğini anladığı için daima zorluk çıkarıyordu. ıleride benim
şöhretimi silersin, gitsen iyi olur noktasına getirmişti. Orada
nasibimin kesildiğini görünce ayrılmaya karar verdim. Bir de 12 Eylül
öncesinin anarşik günlerini hatırlayın. Ben de sokaklara çıkmış, dayak
yemiş, dayak atmış, duvarlara yazılar yazmıştım. Sonra 12 Eylül oldu.
şunu düşündüm: Ne meslek yapabilirim, hangi mesleğin geleceği var?
Edebiyat öğretmenliği yapmaktı benim sevdiğim iş. Öğretmenliği TSK
çatısı altında yapmanın birçok avantajı vardı. Maaşı daha iyiydi,
öğrencilerim zeki olacaktı, lojmanı vardı, bir de belinizde silah. 12
Eylül’ü, o anarşiyi ve kuşatılmışlık hissini yaşamış bir insan o silah
güvencesini arıyordu. O nedenle bir ilan görüp başvurdum. Ama sonra bana
göre olmadığını anladım. Top tüfek bana uymadı, halbuki ben
zannediyorum ki, edebiyat fakültesindeki gibi herkes.
İnsan öyle olmadığını bilmez mi? Daha
önce askerlik şubesinde bile işi olmamış, suyu tencerede görmüş bir
Uşaklıyım ben. Bu halde Deniz Kuvvetleri’ne girince, sudan çıkmış balığa
döndüm tabii. Tamamen iyi bir hayat arayışıydı benimkisi. Evliliğimi,
hayatımı kurtaracak bir yermiş gibi görünmüştü TSK.
Kasım 1996’da ihraç edilmeyi bekliyordunuz değil mi? Tabii,zaten atılacağımı anladığım için her yerde mecburi hizmet sürem dolduğu
gün, istifa edip gideceğim diyordum. 1996’da bir duamı hatırlarım
mesela. Benimle beraber TSK’da muhafazakâr kişilerin de ettiğini
bildiğim bir dua: Ramazanda… ıftar vakti… Orucunuzu açmak üzeresiniz ve
ellerinizi açmış yakarıyorsunuz: “Allah’ım! ınşallah Karadayı
Genelkurmay Başkanı, Erbakan Başbakan olsun, ki azıcık nefes alalım! E oldular… Evet
ve hemen ertesindeki YAş toplantısında benimle birlikte 160 kadar asker
irtica sebebiyle ihraç edildi. Halbuki ben Erbakan YAş toplantısında o
dosyayı imzalamaz diye düşünüyordum. Çünkü ben hükümete yakın bazı
dostlara daima şunu anlatlıyordum: TSK’da muhafazakârların bertaraf
edilmesiyle ilgili bir şablon uygulanıyor, yakın zamanda bu şablon
askeriyeden çıkıp sivile geçecek! Bunları gerekli yerlerde dillendirin
ki, tedbir alınsın… O yıllarda Erbakan’ın başbakan olması, bizler için
can simidiydi. Ama işte…
Büyük hayal kırıklığı mı yaşadınız? Acı
şeyleri konuşmak insana acı verir. O günleri anlatmak şu anda bile beni
yaralıyor. Kış ortasında çocuklarla ortada kalakaldık. Lojmandaki ev
eşyalarımızı bir yere depolayıp, çocukların okuluna yakın olsun diye
Levent civarında bir ev aradık. Ama kiralar çok yüksek, bende de para
yok. Bir caminin, müezzin olmadığı için boş duran, kırık dökük müezzin
lojmanına sığındık. ıki kutucuk oda. Nasıl rutubetli bir harabe
anlatamam. ıhraç edilmeden altı ay önce iki üniversiteden görev için
teklif almıştım, sonra bana randevu bile vermediler. Ne o dönemki
yayıncım, ne de dost bildiklerim yanımdaydı. Acı biçimde anladım ki 28
Şubat baskısı sivil hayatta daha da berbat işliyormuş. Kimse kara
listeye alınmamak için TSK’dan atılanları işe almıyordu, şerefimizle
şerefsizleştirilmiştik.
Sizinle birlikte ihraç edilen diğer askerlerle iletişiminiz var mıydı? Evet.
Kimisi süt sattı, kimisi pazarcılık yaptı. Bir tanesi maalesef intihar
etti. Çünkü yıllarca TSK bize öyle bir şeref anlayışı aşılamıştı ki,
sonraki bu hayat hepimize ağır geliyordu. Ben de işsiz olarak evde
oturmaktan büyük sıkıntı duyuyorum. Çocuklar okula gidiyor, evde oturmuş
sigara içen bir baba. Okuldan dönüyorlar, sigara içen bir baba. Ne
kadar işe yaramazmış bizim babamız diye düşündüklerini zanneder,
kahrolurdum. Sonra belediyede bir iş buldum, elime biraz para geçince
sonraki yıllarda ihraç edilen askerlerden birine zarf içinde para
vermeye başladım. Diyordum ki, “Sakın alınma ama ben atıldığımda bir
dost bana bunu yapmıştı. şimdi ben borcumu ödüyorum”. Halbuki ne öyle
bir zarf, ne de öyle bir dost vardı. Fakat benim yaşadığım zorlukları
kimse yaşamasın diye bunu yapardım. Öyle kötüydü ki çünkü o dönem,
düşünsenize en yakın arkadaşlarınız sizden vazgeçiyor. Nasıl yakın arkadaşmış onlar? Pek
çoğu askerim diye arkadaşımmış meğer. Örneğin ben Deniz Müzesi’nde
görevliyken yanıma gelip giden bir sürü muhafazakâr arkadaşım sonra
uğramaz oldu. Telefonum çalmadı. Ama bakın… TSK’dan irtica nedeniyle 3
bin kişi atıldı, hiçbiri suça karışmadı. Bir düşünün, hepsi silah
kullanmayı bilen bu insanlar bir terör örgütü kursaydı, neler olurdu.
ıstelerdi ülkeyi ele geçirmek için stratejiler hazırlayamazlar mıydı?
Ergenekon’un bile ancak 300 civarında üyesi vardır. Bu 3 bin kişi
Türkiye’yi seviyordu ama içlerinde öyle dünyalar yıkıldı ki…
28 Şubat’ın bir tür sermaye savaşı olduğunu düşünüyor musunuz? Kesinlikle.
Cumhuriyet kuruldu kurulalı sadece lafta köylü milletin efendisiydi.
Bencileyin köy çocukları yönetici olmayagörsünler, inisiyatif
almayagörsünler... 80’lerden sonra ibre Anadolu’daki insanlar lehine
kaymaya başladı. Artık kurulu düzen, Anadolu’dan gelen zeki, başarılı
kimseler tarafından didiklenmeye başlamıştı. Elbette kendilerini
Cumhuriyetin sahibi olarak görenler veya bunu dillendirenler, pastanın
büyük payı elimizden gider mi diye endişe ediyorlardı. O nedenle
statülerini korumak için askerlerle işbirliği yaptılar, hatta onları
kullandılar. Tüm bunların üstüne sorayım… 28 Şubat soruşturmasının başlaması sizde nasıl duygular uyandırıyor? Sevinemiyorum.
Evet, geçen gün başka bir dostum da aynı sizin gibi şaşırarak baktı
yüzüme. Ama doğru, 28 Şubat soruşturmasına sevinemiyorum. Çevik Bir’i
öyle görünce, “Oh olsun paşam, keser döner, sap döner…” diyemiyorum.
Sadece üzülüyorum. Bizim gibi muhafazakâr insanlarda intikam duygusu
yoktur. Hiçbir zaman da olmadı. şu kadarı kesin: 28 Şubat’ın
yargılanacağını hayal bile etmemiştim. O nedenle kendi içimde
helalleşmeyi başardım yıllar içinde. Öbür tarafta Allah’a boyun büküp
biraz nazlanırım, bana neler ettiler diye düşünüyordum. Onun dışında
zalimin yaptığına aynı zalimlikle yaklaşmak bize yakışmaz, günahtır.
Haksızlıklardan hesap sorulur ama intikam almazsınız. Çünkü intikama
başladığınızda size yapılandan daha büyük haksızlıklar yapmaya
başlarsınız. Günahkâr olursunuz. Bu soruşturmanın yapılmasının
gerekliliğine inanıyorum ama sevinemiyorum. Tabii suçlular adalete
teslim edilsin ama şahsi olarak da hiç umurumda değil. Erbakan’a kırgın mısınız? Birkaç ay önce kırgın
olduğum insanların bir listesini yaptım. Elbette içinde Erbakan da
vardı. Sonra hayatta olanları tek tek aradım ve ayaklarına gittim.
Haksızlığı yapan onlar olmasına rağmen… Benim bir hatam olduysa sen
affet, senin hatalarını da ben affettim dedim. Ve listemi tamamladım,
herkesle barıştım. Erbakan hocaya da cenazesinde hakkımı helal etmiştim.
Nasıl bir yük kalktı üstümden anlatamam. Öyle özgürüm ki… Bence Türkiye
de bunu yapmalı. Geçmişindeki tüm hatalarla bu hissiyatla yüzleşmeli. 28 Şubat’ın bir faydası 28
Şubat dini olgularda taşların yerine oturmasına yaradı bence. Örneğin
ben altın günah diye yıllarca gümüş alyans taktım, ki bu TSK’da çok
dikkat çekiyordu. Yine günah diye aracıma sigorta yaptırmadım, eski bir
arabam vardı, pert oldu. Sonra gördüm ki, din adına bana altın yüzüğü
haram gösterenler, gümüş yüzük şart değildir diyorlardı. Araba aldıkları
gün kasko yaptırıyorlardı. Pardösüsüz olunmaz diyen din hocaları sonra,kadınlar pardösü giymek zorunda değil diyordu. 28 Şubat sonrasındaki bu
tartışmalar bozulmuş geleneklerin ıslam diye bize yutturulduğunu
göstermek babında faydalı oldu.
Erdoğan’ın o sözü mü attırdı? İhracınızda,o dönem belediye başkanı olan Erdoğan’ın laf arasında ılhami Erdil’e
sizden “bizim ıskender” diye bahsetmesinin payı olabileceğini
söylemiştiniz, o vakte kadar fişlenmemiş olabilir misiniz ki? Elbette
ben bu söz yüzünden atılmadım. Fişlenmiştim ve ne olursa olsun
atılacaktım. O olay bardağı taşıran son damla olmuş olabilir. Kardak
krizi olduğunda, Güven Erkaya’nın bir taraftan beni o konuda
çalıştırırken bir yandan da atmayı düşündüğünü sonradan bir üst
rütbeliden öğrendim. Yani atılma kararım Başbakanımızın o sözünden çok
önce verilmiş.