Aslında sağlık taraması için yapıldığı söylenen Check-Up bile insanı hasta olduğuna inandırmak için kullanılan bir tuzak olduğu gerçekse hekimlerin bile katıldığı isyan haklı: TIP bu değil!
"Tıp Bu Değil" İlknur Arslanoğlu'nun editörlüğünü yaptığı, Prof. Dr. Ahmet Aydın, Prof. Dr. Ahmet Özdoğan,
Uz.
Dr. Ali Rıza Üçer, Doç. Dr. Bülent Kara, Prof. Dr. Gülümser Heper,
Prof. Dr İlknur Arslanoğlu, Uz. Dr. Kaan Arslanoğlu, Cumhuriyet yazarı
Mustafa Sönmez, Yard. Doç. Dr. Osman Elbek, Uz. Dr. Uğur Yılmaz ve Dünya
Gazetesi yazarı Uz. Dr. Yavuz Dizdar'ın makalelerinin bulunduğu ilginç
bir kitap.
Kitap aslında konuyla yakından ilgisi olanlara yeni
bir şey söylemiyor, çünkü kitapta yer alan görüşlerin hemen hepsi
değişik zamanlarda, değişik ortamlarda yer almıştı. Ancak hepsinin derli
toplu bir arada yer alması, kendisini kutsal gibi gösteren Tıbbın,
artık ciddi ciddi sorgulanması gereken bir otorite olduğunu çarpıcı
şekilde gözler önüne seriyor.
Kitabın ilginç noktalarından biri de "Tıp bu değil" başlıklı bir bildiride imzası bulunan bir grup hekimin seslerini daha
geniş kesimlere duyurmak amacıyla hayata geçirilmiş olması.
Dr. Ahmet Aydın, Dr. Ahmet Özdoğan, Dr. Ali Rıza Üçer, Dr. Bülent Akman,Dr. Bülent Kara, Dr. Ercan Duman, Dr. Erdoğan Özden, Dr. Gülümser
Heper, Dr. Hasan Basri Aksoy, Dr. İlknur Arslanoğlu, Dr. Kaan
Arslanoğlu, Dr. Mutluhan İzmir, Dr. Osman Elbek, Dr. Osman Gürsel
Erkılıç, Dr. Tolga Binbay, Dr. Uğur Yılmaz ve Dr. Yavuz Dizdar'ın
imzasını taşıyan TIP bu değil adlı metinde, "Sağlık alanında
doğruyu yanlıştan ayırt etmek sadece halk için değil, hekimler için de
çok zorlaştı. Hangisi bilimsel tıbbın gereğidir, hangisi ticari tıbbın,
hangisi şarlatanlığın son numarasıdır... bizler için bile ayırt etmesi
güçleşti" deniliyor.Devletin sağlık alanını denetleyememesinden
şikayet edilen ve koruyu hekimliğin neredeyse unutulduğuna dikkat
çekiliyor ve "Tıp artık şu dayatmayı kabullenmiş: İnsanlar bol
bol hastalansın, sağlıklı yaşamalarına kafa yormayın, olabildiğince
sağlıksız ama hayatta kalsınlar, biz de onları bol bol tedavi edelim,
en pahalı yöntemlerle, çok para kazanalım. Sektör büyüsün"
NORMAL KABUL EDİLEN DURUMLAR BİLE KAZANCA DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR
Geçmişte “normal” kabul edilen durumların bile tanı ve kazanç haline dönüştürüldüğüne
dikkat çekilen metinde, başarı rakamları ile bile oynanarak halkın
cebinin. beden ve ruh sağlığının tehdit edildiği belirtiliyor.
"Günümüzde
halk, tıbbı her şeyden önce bir ticaret gibi görüyor. Tıbbın doğruları
diye onlara medyadan sunulanlar güvensizliği iyice artırıyor. Korkunç
büyüklükteki sözde “bilimsel” medikal sektörün yanı sıra onunla yarışan
bir şarlatan tıp sektörü doğuyor, yine medyanın yardımıyla. Meslek
saygınlığımız kalmadı gibi bir şey. Her sorumlu doktor kendi
saygınlığını kurtarma derdinde." ifadesine yer verilen metinde imzası
bulunanlar, amaçlarını, durumdan rahatsız olanları bir araya getirmek,
gücü görmek ve güçleri birleştirmek olarak açıklıyorlar.
Kitabın ilk makalesine imza atan sol görüşlü yazar ve hekim Kaan Arslanoğlu, "Bu
kitabın yazarları değişik siyasi görüşlerde ve kanatlardadır. Sağlık
alanındaki siyasi görüşleri birbiriyle hayli örtüşmektedir, ama o bile
tam değildir, böyle bir şey zorunlu da değildir. Daha fazla ayrışmaya ve
kavgaya neden olmasın diye, baştan vardığımız ortak bir iradeyle,
sağlık alanındaki siyasal duruşları öne çıkarmayı özellikle istemedik.
Örneğin TTB ve izlediği politikalar konusunu da açmadık"
dedikten sonra şu satırlara yer veriyor: "Sol görüşlü hekimlerin çok
büyük çoğunluğu, şimdi bu kitapta günümüzün modern tıbbını eleştiren ve
doğrusuna işaret eden yazıların tamamına olmasa da büyük bölümüne
katılacaktır. Hattâ sağ görüşlü hekimlerin de belli bir bölümü o
görüşleri destekleyecektir. Burada konunun cidden en can alıcı noktası,
yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi, “neye öncelik verdiğinizle”
ilgilidir.
Öncelikleriniz başka şeylerse, sözle kabul edeceğiniz,
fakat öncelikleriniz içinde yer almayan doğruları pek kolay gözden
çıkarırsınız. Örneğin tabip odalarında sağlık politikalarının ötesinde
siyaset yapmak diye bir önceliğiniz varsa, sağlık konusundaki politik
mücadelenizi zayıflatmak pahasına onda ayak dirersiniz.
Ne yazık ki
politiklerimizin ezici bir çoğunluğu “politika yapmak”tan farklı bir şey
anlıyor. Gerçek şöyle ki, “doğru bir tıp pratiği” için mücadele
edenlerin büyük çoğunluğu aynı zamanda politik insanlar ve öncelikli
olarak sağlık politikalarıyla ilgilenmeyi zül addedecek kadar keskin
politik insanlar"
Ve kitabın niyetini net şekilde şu paragraf ile açıklıyor Arslanoğlu: "Bu
kitabın amacı tıpta doğrunun ne olması gerektiğini yeniden ateşli bir
tartışma haline getirecek hevesi yaratmaktır her şeyden önce. “Doğru”
“büyük politika”lar herhalde yaşanan hayattaki, halkın yaşadığı
hayattaki gerçek doğrulara oturan politikalardır. Bazen en etkili
siyaset başlangıçta siyaset gibi görünmeyendir."
Kitapta imzası bulunan isimlerin makalelerinde yer alan TIP'la ilgili ilginç tespitler ise şöyle:
KOLESTROL YÜKSEKLİĞİ KALP KRİZİ YAPAR YALANI
Prof. Dr. Ahmet Aydın: Yıllardır “kolesterol yüksekliğinin kalp krizi yaptığı” iddiası ile
insanları kandıranlar, uzun zamandır bizlerin söylediği, fakat nedense
tıbbi mafya tarafından yok sayılan gerçeği ağızlarından kaçırdılar.
Evet, geçenlerde ünlü tıp dergisi New England Journal of Medicine’de
yayınlanan ilaç firmasının desteklediği bir araştırmada “Kalp krizi
geçiren insanların yaklaşık yarısının kolesterolü yüksek değil, tam
tersine tam tersine kolesterolleri son derece normal” olduğu kabul
ediliyor.
Yani anlayacağınız kolesterolü yüksek olan da,
olmayan da koroner kalp hastalığı geçiriyor! Yıllardır nasıl
kandırıldığınızı anladınız mı? Ama utanmaz kolesterol lobisi bu
gerçekten hareketle “kolesterol düşürücü ilaçları (statinleri) artık
kullanmayın” diyeceklerine normal kolesterolü olanlar da bu ilaçları
kullansın istiyorlar. Çünkü bu zararlı ilaçların faydalı bir yanı da
var; iltihabı azaltıyorlar. Tıbbi mafya tamamen duygusal (!)
nedenlerle
pahalı ve birçok yan etkisi olan bu ilaçların yerine, ucuz ve yan
etkisiz iltihap azaltıcıları (balıkyağı, D vitamini, baharatlar, otlar,
vb.) hiç önermiyor. Evet, bunlar vicdansız. Daha fazla kazanmak için
bilimi de tahrif etmekten çekinmeyerek her şeyi göze alabiliyorlar.
ÇOCUKLAR İÇİN UYUŞTURUCU MADDE GİBİ BESİNLER
Prof. Dr. Ahmet Aydın: Şu anda çocukların en fazla yediği; Hamburgercilerde verilen yemekler,
kola, gazoz ve meyve suları, gofret ve çikolatalar, cipsler, meyveli
yoğurt ve meyveli sütler... İngiltere okul kantinlerinde
bu gibi yiyeceklerin satılmasını seneler önce yasakladı.
Bu
gıdaların ortak yönü hızla emilen şekerlere sahip olmaları. Bir
uyuşturucu madde gibi çocuklara veriliyor. Çocuklar da kısa bir süre
içinde bu şekerleri ruhsal ve bedensel çeşitli hastalıklara çeviren
makinelere dönüşüyorlar. Çocuklara yönelik gıda reklamları büyük ölçüde
kısıtlanmalı. Okul kantinlerinde abur cubur gıdalar, kolalar ve diğer
gazlı meşrubatın satışı yasaklanmalı.
Anneler çocuklarına
beslenme çantaları hazırlamalı. Daha büyük çocuklar sefertası ile evden
okula yemek getirmeli. Okul yemekhanelerinde kaliteli yağlarla yapılmış
tencere yemeklerinin yapılmasını sağlamalıyız. Makarna, pilav, beyaz
ekmek, börek, cips, kek gibi tahıldan zengin yiyecekleri iyice
azaltmalıyız.
TIP ÖĞRENCİLERİNE TIBBIN KARANLIK YÜZÜ ANLATILMALI
Prof. Dr. Ahmet Aydın: Son yirmi beş yıldan beri tıp ve tüketim kültürü, kontrolden çıkmış bir
hengâmenin içinde sürükleniyor. Hayat kurtarması, hastaları
iyileştirmesi beklenen “beyaz önlüklü” tıp, her ne pahasına olursa olsun
daha çok satmak isteyen “siyah şapkalı” agresif bir endüstriye dönüştü.
İşte öğrencilere modern tıbbın karanlık yüzü iyice anlatılmalıdır.
Pisliği halının altına süpürmek olarak tanımladığımız semptomları tedavi
etmek, rantiyeci tıbbın kârına kâr katıyor ama hastalara faydadan çok
zarar veriyor. Öğrencilere verilen derslerde hastalık oluşum
mekanizmaları iyice anlatılmalı ve hastalıkların gerçek nedenleri
üzerinde durulmalı. Hastalıklardan korunmanın tedavi etmekten çok daha
kolay ve ucuz olduğu anlatılmalı. Tabii hastalıklardan korundukça
hekimlerin gelirlerinin azalacağı da aşikardır. Belki de işin özü
burada. Birinci basamakta çalışan hekimlerin geçim sıkıntısında
oldukları ayan beyan ortadadır. Bir tarafta milyonlarca liralık
reçetelere imza atmak, öte tarafta geçim sıkıntısı.
BİTKİSELLİK ADI ALTINDA YAPILAN TIP SÖMÜRÜSÜ
Prof. Dr. Ahmet Özdoğan: Biz toplum olarak kelimeleri çok çabuk tüketiyoruz. Son zamanlarda en
çok tüketilen kelime “BİTKİSEL”. Sanki ilaç bitkisel oldu mu bir yan
tesiri olmaz. Diyelim ki bir çalışma yaptınız, kekik veya papatya
kullandınız, bu çalışma sonucunda vücut için yararlı bir preparat ortaya
çıktı. Ama hangi kekiği veya papatyayı kullandınız? O madde ne zaman,
nasıl, hangi ortamda yetişti? Kaç gram kullandınız? Kullandığınız kişide
ne gibi hastalıklar var? Böyle yüzlerce soru sorabiliriz. Ama insanlar
televizyona çıkıyor, hiçbir eğitimi yok, hele ki tıp eğitimi hiç yok, bu
şuna iyi geliyor, buna da iyi geliyor deyiş, satış ve pazarlama
teknikleriyle bizi aldatıyorlar. Bakalım insanlar hangi durumlarda
aldanıyorlar?
1) Kanser gibi çaresiz bir hastalığa yakalananlar,
2) Kronik şeker, böbrek problemi, romatizma gibi hastalıkları olanlar,
3) Gençleşmek isteyenler,
4) Cinsel bozukluklara maruz kalanlar,
5) Kendini daha iyi ve dinç hissetmek isteyenler,
6)
Kilo problemi olanlar, bu satıcı ve pazarlamacıların ağına kolay
düşüyorlar. Enteresan ki, okumuş-tahsilli dediğimiz insanlar da bunlara
dahil. Hangi araştırmaya, hangi çalışmaya dayalı, kanıt var mı, yok mu?
Araştırmadan
hemen ürünü alıyorlar. Peki o ana kadar kullandıkları ilaçlarla bu ürün
etkileşirse ne olur, düşünüyorlar mı? Yok. Peki, bu ürünün içinde katkı
maddeleri birikip (ağır metal gibi) uzun vadede ne gibi zararlar
veriyor düşünüyorlar mı? Hayır.
DOKTOR ÖNCE TEDAVİ ŞEKLİNİN HASTAYA VERECEĞİ ZARARI DÜŞÜNMELİ!.
Prof. Dr. Ahmet Özdoğan: Özellikle bir noktaya dikkat çekmek isterim: Çocuk senede bir-iki kez
boğaz enfeksiyonu geçirmiştir, anne-babası, tüm aile (anneanne,
babaanne,dedeler) size gelmiştir.
Muayenede tabii ki bademciklerini
büyük bulacaksınız. Bir-iki kez de aile uykusuz kalmıştır ve çocuk zor
nefes alıp vermekte, ağzı açık uyumakta ve sürekli burnuyla
oynamaktadır. Eğer hemen siz buna bademcik-genizeti operasyonu derseniz,hayatı boyunca o çocuğun başka kronik hastalıklarına sebep olursunuz.
Önce bu çocukta alerjiye, kulağının işitip işitmediğine bakmalısınız,
alerjisi varsa kesinlikle “bademcik operasyonu’’ yapmamaya
çalışmalısınız. Çünkü yapacağınız alerji tedavisiyle o büyük gördüğünüz
bademciklerin tamamen küçüldüğünü göreceksiniz, sadece bir geniz eti
operasyonu ile çocuğu kurtaracaksınız. Daima bizim şunu düşünmemiz
lazım; biz bu tedaviyle (ilaç veya cerrahi) bu kişiye ilk önce ne zarar
veririz, kısa vade ve uzun vade, ayrıca ne kadar tedavi ederiz. Bunun
için özellikle cerrahi tedavi öncesi çok ciddi bir sorgulama (anamnez)
ve ileri tetkik gerekir. Basit bir hemogram (kan tetkiki) ile bu olmaz,
burada aileyle, KBB’yle, baş-boyun cerrahisiyle, çocuk hastalıkları
uzmanıyla birlikte karar verilmeli. Aile her türlü konuda
bilgilendirilmeli. Çünkü sizin o anda vereceğiniz bademcik operasyonu
sonrası bu çocuk ömür boyu farenjitten kurtulmayabilir...
İLAÇ PAZARLAMA LOBİLERİ VE FUARA DÖNÜŞEN TIP KONGRELERİ
Uz. Dr. Ali Rıza Üçer: .... ilacının’nın kemik erimesi, kırık riski ve kolesterol yükselten
yan etkileri göz ardı edilmiyor mu? Bu kemik komplikasyonlarının
önlenmesi için ..... firmasının .... adlı ilacının tedaviye eklenmesi,
yükselen kolesterol seviyelerini düşürmek için de bu hastalara
statinlerin verilmesi endüstrinin pazar genişletmesi yeteneğinin parlak
bir örneği olsa gerek.
Ürün
pazarlaması ve fuar etkinliğine dönüştürülen tıbbi kongreler de yeni
ürünlerin kullanımının yaygınlaştırılması için devreye sokuluyor.
Endüstrinin lobi örgütleri hükümetleri, sağlık bakanlıklarını,
bürokrasiyi, medyayı, üniversiteleri, akademia mensuplarını, doktorları,hastaları, hasta yakınlarını ve tüm toplumu yönlendiriyor.
ÖNÜMÜZDEKİ ON YILDA HERKESE CERRAHİ MÜDAHELE YAPILACAK!
Uz. Dr. Ali Rıza Üçer: ....
2010 yılında yatan hasta sayısı 10.5 milyon. Bunun 2.7 milyonu özel
hastanelere ait. Oysaki 2002 yılında yatan hasta sayısı 5.5 milyon, özel
hastanelerde yatan hasta sayısı 550 bindi. 2010 yılında toplam ameliyat
ve cerrahi girişim sayısı 8.6 milyon. Bunun 1.8 milyonu özel
hastanelerde uygulanmış. Toplumun %11:5’u her yıl ameliyat ya da cerrahi
girişim oluyor. Bu ameliyatların 5 milyonu büyük-orta ölçekli
ameliyatlar, 3 milyonu küçük ölçekli ameliyatlar. Hiç artış olmasa bile
önümüzdeki 10 yıllık periyotta herkese ameliyat ya da cerrahi girişim
yapılacak. Oysa ki 2000 yılında toplam ameliyat sayısı 1.6 milyon, özel
hastanelerdeki ameliyat sayısı 225 bindi.
SEZARYEN DOĞUM ORANLARI DEHŞET VERİCİ
Uz. Dr. Ali Rıza Üçer: Sezaryen doğumların tüm doğumlar içindeki payı %46. Devlet
hastanelerinde sezaryenle doğum oranı %41, özel hastane ve üniversite
hastanelerinde %65. Mükerrer sezaryen oranı ise %20.3 Oysaki sezaryenle
doğumun vajinal doğumun güvenle tamamlanmasının mümkün olmadığı
durumlarda veya vajinal doğumla birlikte bebek veya annede hastalık veya
ölüm oranında belirgin artış riskinin bulunması halinde uygulanması
gerekiyor. OECD üyesi 34 ülke arasında en yüksek Sezaryen oranı
Türkiye’de. 2009 yılında her bin canlı doğumdan Finlandiya’da 157’si,
Fransa’da 200’ü, İngiltere’de 273’ü, Almanya’da 303’ü, ABD’de 323’ü
(2008 verisi) Sezaryenle doğum iken Türkiye’de 427’si Sezaryenle doğum.1
Dünya Sağlık Örgütü tarafından konulan hedef ise %5-15. Sezaryenle
doğumun böyle yüksek oranlarda olması tıbbın
ticarileştirilmesi-piyasalaştırılmasının göstergesi.
TIBBİ AÇIDAN CİDDİ BİR BAŞARISIZLIK SÖZ KONUSU
Dr. Bülent Kara: Tıp doğuşundan itibaren hastalıkları önlemeye, önleyemiyorsa tedavi
etmeye, tedavi edemiyorsa rehabilite etmeye çalışmış, insanların
fiziksel ve ruhsal yönden daha sağlıklı yaşayabilmesini amaçlamış,
sağlıklı bir toplumun da ancak uygun yaşam koşullarına sahip sağlıklı
bireylerden oluşabileceği yaklaşımını benimsemiştir. Bu amaç
gözetildiğinde hasta sayısının ya da hastalıkların artması tıbbi açıdan
ciddi
bir başarısızlıktır. Oysa, sağlık sisteminde piyasa
kurallarının giderek daha fazla hakim olduğu günümüzde, sistemin
devamlılığı hastalık ve hasta sayısında artış ile mümkün kılınmış
durumda. İnsan bedeni ve sağlık üzerinden daha fazla artı değer üretimi
söz konusu olduğunda hasta sayısının azalması sistemin sonunu getirecek
bir felaket olarak algılanmakta. Sağlık sistemi bu kaygılarla
şekillendirildiği oranda giderek tıbbın
temel felsefesinden uzaklaşıyor.
İYİ SAĞLIK HİZMETİ PAHALI TEKNOLOJİ DEĞİLDİR
Dr. Gülümser Heper: İyi Sağlık Hizmeti Pahalı Teknoloji Kullanımı Değildir! İyi sağlık
hizmetinin sınırlı ekonomik gücü olan ülkelerce verilebileceği
ispatlanmıştır. Örneğin Çin, Jamaika, Küba gibi düşük kişi başı geliri
olan ülkelerde, toplam yaşam süresi, çocuk ve anne ölüm oranı gibi
sağlık indeksleri gelişmiş ülkelerle mukayese edilecek boyuttadır. İleri
teknoloji ithaline sıkı blokaj politikası uygulayan Küba’da, kişi başı
milli gelir USA’nın yirmide biri olmasına karşın, iyi sağlık hizmeti ve
uzun yaşam beklentisi başarılmıştır.
ARTIK HASTALIKTAN HAZ DUYANLAR VAR
Dr. İlknur Arslanoğlu: Hastalıktan haz duyanlar var. Otuzlu yaşlarından beri en büyük zevkleri gece hastane
acillerine
gitmek olan karı-koca akrabalarımı son ziyaretimde düşkünlük
derecesindeki mütevazı ev yaşamlarını tasarım harikası bir ilaç
kutusunun süslediğini gördüm. Günün olası ilaç alım saatlerine göre
bölümlendirilmiş kişisel kutularının ilgili gözlerine ilgili saatlerde
alacakları ilaçları büyük bir özenle yerleştiriyorlardı.
SAĞLIĞA HARCADIKÇA SAĞLIKLI MI OLUYORUZ?
Yazar Mustafa Sönmez: Sağlık harcamalarının artmasını çeşitli etkenlerle açıklamak mümkündür.
Birincisi, kapitalizmin hava kalitesinden su kalitesine kadar insan
sağlığını etkileyen çevreye verdiği zararla ilgilidir. Nüfusun kentlere
yığılması ile birlikte bozulan hava kalitesi çeşitli solunum
hastalıklarına davet çıkarmakta, özellikle yoksul kesimlerin kullandığı
sudaki kirlilik çeşitli hastalıkları tetiklemekte, sağlıksız konut
koşulları kente yığılmış topluluklarda hastalıkları artırmaktadır. Gıda
üretiminde yaşanan sağlıksız süreçler, GDO’lu gıdaların piyasalara
sürülmesi, başka hastalıkları davet etmektedir. Dönem dönem pompalanan
grip salgını gibi haberler, aşı tüketimlerini ve yapay koruyucu tedavi
harcamalarını artırmaktadır.
Özellikle
sanayi üretiminin kaydırıldığı “çevre ülkelerde” gerekli önlemlerin
alınmaması, denetimlerin yapılmaması ile yaşanan iş cinayetleri, meslek
hastalıkları ile birlikte tedavi ve ilaç tüketimleri de artmaktadır.
Fiziksel rahatsızlıkları tetikleyen bu çevre koşullarına ek olarak,
kapitalizmin yarattığı yoğun ve yapısal işsizlik, kitlelerde kaygı,
endişe ve korkuyu beslemekte, bu da yaygın biçimde ruhsal hastalıklara
davet çıkarmaktadır. Bütün bunların yanında, sağlığa yatırım yapan
şirketlerin, ilaç ve tedavi kurumlarının sağlık harcamalarını kışkırtıcı
propagandaları, medyayı bu konuda manipüle etmeleri ile birlikte,
toplumda “hastalık hastası” insan sayısı artmakta, bu da sağlık
sektörüne talebi kabartmaktadır.
Neoliberalizmin,özel sermaye birikimine yeni bir kanal olarak sunduğu sağlık sektörü
için, devlet bütçesinde toplanan vergileri ve sosyal sigorta fonlarında
toplanan kaynakları, “sağlık harcamalarını bir sosyal hak olarak
yaygınlaştırmak” gerekçesiyle ilaç endüstrisi ve özel hastanelerin
kullanımına sunması da, sonuçta kışkırtılmış, yapay bir sağlık harcaması
sonucunu doğurmuştur.
BİR TUZAK OLARAK CHECK-UP
Dr. Osman Elbek: Aslında
bir sorun vardı: İnsanların çoğu kendilerini “yeterince” sağlıklı
görüyorlardı. O zaman çözüm sade ve basitti: İnsanlar, “yeterince”
sağlıklı olmadıkları konusunda ikna edileceklerdi: Her keseye, her
sınıfa, her varolma kimliğine yönelik geliştirilen paket paket
check-up’lar bir “ikna yöntemi” olarak bu dönemde hayatımıza girdiler.
Kendilerinin “sağlıklı” olduğunu düşünenler kan, bok, idrar, balgam veya
vajinal salgılarının incelemeleri sonucu aslında “normal” olmadıklarını
gördüler. “Yeterince” test yaptıranlar, testlerin birisinde
kendilerinin “yeterince” sağlıklı olmadığını gösteren “normal dışı” bir
sonuca sahip olduklarını fark edip şok oldular.
KONGRE PANAYIRLARI VE YAYIN DAĞLARI
Dr. Yavuz Dizdar: Bu tarz bilim anlayışı ilimin çok ama çok uzağındadır. Bir soruna
“açıklama” getirmeye ya da bir “mantık” oluşturmaya asla çabalamaz.
Amacının orta yerinde “hasta insan” yoktur, tümörünün çapı, kanındaki
bilmem ne molekülünün miktarı gibi “ölçülebilir” (çünkü istatistik rakam
ister) veriler vardır. Lakin iş burada da kalmaz, “düzen oluşturma
tutkusu” (hakimiyet güdüsü de diyebiliriz), (elektrikler kesildiğinde ne
yapacaklarını bilemeseler bile) dünyanın geri kalanına egemen olma
eğilimindedir. Mesela hangi ilacın hangi hastalıkta ve ne kadar
kullanılması gerektiğini FDA (Food and Drug Administration) gibi
örgütleriyle (tıp otoritesi derler) kontrol altına alır. Bizim tıp
otoritemiz bile (bir istisna dışında) FDA ve Avrupa’nın benzer kurumu
EMEA’nın verdiği kararları aynen onaylar. Bütün eli kalem tutan (reçete
ve etki gücü olan anlamında) doktor takımının beyinleri, götürüldükleri
Amerikan ve Avrupa kongrelerinde bir güzel yıkanır, götürülemeyenler
için yerel “update” (güncelleme) toplantıları düzenlenir. Oysa bu
kongrelerin çoğu bilimsel toplantı alanları bile değildir. Bunlar bir
cins fuar (‘fair’ ya da ‘marketplace’) ya da panayır özelliği taşırlar.
Dünyanın her yerinden gelen 10.000 ila 30.000 doktor tek mekanda
buluşur, tartışma yoktur, sadece anlatan konuşur. Bir futbol sahası
büyüklüğündeki salonlarda düzenlenen “preliminary section”larla verilmek
istenen mesajlar seçilerek sunulur. Onlara “p değeri” denen ve
istatistiksel anlamlılık zeminine kurulan sonuçlar yedirilir, akşam
ikram edilen şık yemekler ise sindirim takviyesine yarar.