Uzun zamandır arkadaşını görememişti. Her geçen gün onu görememenin üzüntüsü daha da artıyordu. İkisi de çocuk denilecek yaştan beri arkadaştılar.
Uzun zamandır arkadaşını görememişti. Her geçen gün onu görememenin üzüntüsü daha da artıyordu. İkisi de çocuk denilecek yaştan beri arkadaştılar. Aynı şehirde doğumuş aynı şehirde büyümüşlerdi. Birbirleriyle kaç derdi paylaşmış, kaç kavgaya birlikte katılmışlardı. Bir lokma ekmeği bir yudum suyu paylaşmayı bilmişlerdi. Şimdi ikisi de büyümüş koca adam olmuşlardı. O güne kadar iş güç demişler bir iki telefon görüşmesi dışında biraraya gelmememişlerdi. Sonra da yaşlılık ve arkasından gelen sağlık sorunları...Biri memleketinde kalmış biri de başka bir memlekete yerleşmişti. Bu arada ikisi de çoluk çocuğa karışmıştı. Dostluk olmayınca hayatın bir yanı eksik kalıyordu. Hatıralar insanların koltuk değneği gibiydi.
Peki ya dostlar? Dostun olmadığı yer suyu çekilip kuruyan tarlalara benziyordu. Bunu anlatmalıydı. Telefon edebilirdi. Hatta yanına da gidebilirdi. Fakat o bunların hiçbirisini yapmadı. Çünkü kararını kendisi veremiyordu. Bir gün oturup ona el yazısıyla uzun bir mektup yazmaya karar verdi. Her defasında bu da olmadı daha güzelini yazmalıyım diyerek yazdığı mektubu yırtıp atıyordu. Dosta yazılan kelimeler en güzelinden olmalıydı. Lügatler yetersiz kalıyordu. Günlerce gönül dilini satırlara aktarmaya çalışıp durdu. Nihayet yazabilmişti. On yirmi belki daha fazla okudu.
Postaneye giderek gönderdi mektubunu. Mektubu alan görevliler yaşlı adamın yüzüne hala mektup yazan da varmış demek ki dercesine şaşkınlık içerisinde yüzüne bakmışlardı.
Birkaç gün sonra mektup adresine ulaşmıştı. Çocukları kısa bir tereddüdün ardından arkadaşından gelen mektubu açıp okudular. Babalarına vermenin bir anlamı yoktu. Verseler ne olacaktı ki. Onun için bir kağıt parçasından öte anlam taşımayacaktı. Zira yaşlı adamın ne gözleri görüyor ne de kulağı duyuyordu.
Adresine ulaşan mektuptan bir cevap alamayan arkadaşı artık ümidini kesmişti. Durdu düşündü bir mektup daha yazdı. Fakat bu mektubun cevabı mutlaka gelecekti. Emindi biliyordu. Zira benim arkadaşım mutlaka cevap yezer diyordu. Yazamamışsa bir nedeni olmalıydı. Mektubu gönderdiğini ertesi günü postacı kapıyı çalmıştı. Sevinçle yerinden doğruldu. Kapıyı açtı. Gelen postacıydı. Mektubun var amca gözünaydın dedi. Teşekkür ettikten sonra heyecanla açtı mektubu. Okudu okudu okudu. Okudukça sevindi, huzur duydu. Sonra da o mektubu tam göreceği bir yere koydu. Moral bulmuş kendine gelmişti.
Bütün gücünü toplayarak telefon etmeye karar verdi. Karşısındaki ses buyrun amca ben onun oğluyum dedi. Arkadaşını sordu. Aldığı cevap onu yanıltmamıştı. Babamız çok hasta amca birkaç gündür yoğun bakımda. Birkaç aydır ne görüyor ne de işitebiliyordu. Sustu... Öyle mi diyebildi. Şifa ve sabır diledikten sonra kapattı telefonu. O anda gözlerinin çoktan yarım asrı geçmiş hatıralar gelip geçivermişti.
Arkadaşı onu yanıltmamıştı. O da arkadaşının kendisini yanıltmayacağını bildiği için mektubuna arkadaşı nın veremediğin cevabı kendisi vermek istemişti. Bunun için de yazdığı mektubu kendi adresine postalamıştı. İtimadın bir yanı eksik kalmamalıydı. Ha o ha ben ne farkeder demişti. Üstelik arkadaşı adına yazdığı mektubun cevabı yıldırım hızıyla gelmişti. Yaşlı adam bunları düşünürken gözleri nemlenmişti. Keşke diyordu hiçbir şeyi zamana bırakmasaydık. Hep biribimizden beklemeseydik. Şimdi ikisi de gitmek istese de gidemiyordu.
Dostlar birbirinden kuşku duymamalılar. Birbirlerinin yarım kalan taraflarını tamamlamalı. Biri diğerinin yerini tutmalıydı. Öyle de olmuştu. Dosta güven böyle bir şeydi işte.
/ahmetseven/