Biz meydana çıkınca ne olur?
Bir şamatadır kopar. Malûm gazeteler velveleyi basar. «Vatan haini, inkılâp düşmanı, mürteci!» küfürleri ayyuka çıkar. Eğer bizi koruyan bazı devlet nüfuzları varsa kırılır. Herkes ve her şey siner. Okmeydanı'ndaki poyraz gibi ortada yalnız onların sesi kalır.
Yahut şöyle olur:
Her tarafı sükûttur kaplar. Sükût o kadar derin olur ki, sanki durgun su yüzünde bir çukur açılmış gibi sükût içinde sükût girdaplaşır. Onlara en sert tokatları, bir yankesiciyi bile haysiyet müdafaası zorunda bırakacak darbeleri havale ettiğimiz halde «Bana mı?» demezler. Sükûtlarını, şöhret ve tirajımızı yükseltmemek gayesine yormanın imkânı yoktur. Zira ne şöhretleri şöhretimizin milyonda biri, ne de birçoğunun tirajı baldırbacak komisyonculuğu yapmalarına rağmen bizimkinin yarısıdır. O halde?.. O halde donlarına kaçıracak kadar bizden korkarlar. Gık bile diyemezler. Ancak aralarında anlaşmak ve ellisi yüzü birleşmek şartıyla bir şeyler düşünebilirler. Ya sivrisinek vızıltısını hoparlöre bağlayıp bütün vatan kubbesini çınlatacak kadar yaygara basmak için hapse girmemizi beklerler yahut fezayı delen fikir sayhalarımızı duymamak ve duyurtmamak için Adana ovasının bütün pamuk mahsulünü kulaklarına tıkarlar.
Veya:
İşte şimdi olduğu gibi, hapis, iftira, isnad, hücum, tahrik, bütün denaet silâhlarının sökmediği hengâmede ve gık deseler kalemimizin iki bacaklarının arasından girip ağızlarından çıkacağını bildikleri bu şartlar altında, içeriden iş gördüklerimizi, dışarıdan da bayilerimizi satın alıp, kefen hırsızlarının bile tenezzül etmeyeceği bir namussuzluğa düşerler.
Efendi ve argo lügatlarındaki bütün alçaklık sıfatlarının tavsiflerinden âciz olduğu bunlar odur; necasetin bile yanlarında misk ve amber nev'inden kaldığı mahlûklar?
(19 Mayıs 1959)